Bu kitap hakkında yazmaya başlamak benim için oldukça zor
oldu.
Bu kadar harika bir kitabı uzun süredir okumamıştım.
Hakkında yazdığım yazı da çok iyi olmalı diye düşünüp başlamaktan kaçındım bir
süre. Ama beklemenin bir faydası olmadığını anlayınca klavyenin başına geçtim..
China Mieville adlı, bol ödüllü, İngiliz genç yazarın 3. romanı
Şehir ve Şehir. Orjinal adı The City&The City olan roman da yazarın diğer
eserleri gibi bol ödüllü. Arthur C. Clarke, Hugo ve Nebula ödüllerini toplamış
ve bu ödülleri sonuna kadar hak ediyor.
Rahatlıkla söyleyebilirim ki, hiç bir klişe içermeyen bu
roman bilim kurguya çığır açtıracak türden bir eser. Yazarın diğer kitaplarını
okumak için sabırsızlanıyorum.
Bu kadar övgüden sonra biraz da kitaptan bahsedelim.
Kitap, bizim çağımızda, bizim dünyamızda, bizim sahip
olduğumuz teknolojilere, markalara, bizim bildiğimiz dünya tarihine sahip bir
ortamın içerisinde sadece iki şehrin dahil olduğu bir distopyayı anlatıyor.
Öncelikle bir cinayet romanı gibi başlıyor, ilk 50
sayfasında CSI’dan öteye geçemeyeceğini düşündürüyor, kitap boyunca bu
cinayetin gizemi çözülmeye çalışılıyor dedektifler tarafından. Yazarın anlatım dili
çok kolay olmadığından ilk 50 sayfayı biraz sürünerek okudum açıkçası. Devamı
ise - gerçekten çok acayip.
Dünyanın geri kalanı bildiğimiz düzeninde devam ederken,
Avrupa'nın ücra köşesinde kalmış bir şehrinde cinayet işlenir, bulunan deliller
sonrasında bu cinayetin aslında komşu şehirde işlendiği, sonrasında cesedin
bulunduğu noktaya taşındığı ortaya çıkar. İki komşu şehir ilk başta çok sıradan
görünse de aslında çok garip bir ilişkileri bulunmaktadır. İki şehir aslında iç
içedir. Birbirini çapraz kesen sokaklardan oluşmaktadır. Karşı karşıya oturan
iki komşudan biri, şehirlerin birinde yaşarken diğeri öbür şehirde yaşamaktadır
aslında. Aynı parkın bir tarafı bir şehirde diğer tarafı öbür şehirde yer
almaktadır. İnsanlar çocukluklarından itibaren diğer şehrin insanlarını,
binalarını, sokaklarını görmezden gelmeyi öğrenmek için eğitilirler. Eğer bu
kuralı çiğnerlerse “ihlal” yapmış olurlar ve cezalandırılırlar. İhlal
davalarını polis teşkilatı yerine “ihlal” adı verilen gizemli bir güç
yürütmektedir. Şehirleri gezmeye gelen turistler dahi ihlal yapmamak üzere
oryantasyona alınırlar, sonrasında eğer sınavı geçemezlerse şehirlere
giremezler. Şehre kabul edilen bir turist ihlal yaparsa sınır dışı edilebilir.
Bu ortamda biz, cinayete önce Beszel adı verilen şehirde
tanık oluyoruz. Kitabın ilk bölümü Beszel’de geçiyor ve burda kahramanımız
Müfettiş Borlu ile tanışıyoruz. Onun gözünden Beszel’i ve diğer şehir olan Ul Qoma’yı
tanıyoruz. Kitabın ikinci bölümü ise müfettişin cinayeti araştırmak amacıyla Ul
Qoma’ya gitmesiyle diğer şehre taşıyor bizi. (Şehirlerin arasında bulunun bir
binanın içerisinden, vize ve pasaport kontrolünden geçerek yasal olarak bir
şehirden diğer şehre gidilebiliyor) Bu bölümde Ul Qoma’yı tanımaya ve anlamaya
çalışırken Beszel’i ve insanlarını görmezden geliyoruz yine aynı karakterin
gözünden. Bu şehre giderken Müfettiş Borlu şu cümleyi kuruyor:
“Hayatımız boyunca yaşadığımız tanıdık çevrede, onlarca
yıldır görmemeyi öğrendiğimiz şeyleri görmeye başlayacaktık”
Bununla birlikte
ayrıca görmeyi öğrendiği şeyleri de görmemeye başlayacaktı J
Şehirler birbirinin içinde olmalarına rağmen kültürel ve
ekonomik yapıları, dilleri, giyinişleri birbirinden çok farklı.
Önceleri iki şehrin birleşik olduğu düşünülüyor, bu döneme
“bölünme öncesi dönem deniyor”. İki şehirde de, şehirlerin yeniden birleşmesini
isteyen “birleşmeciler” olarak adlandırılan bir grup ve aşırı milliyetçi olup
birleşmecilere karşı olan bir başka grup mevcut. Ayrıca şehirler ayrılırken
kimsenin görmediği bir üçüncü şehrin de olduğu rivayet ediliyor. Ve
cinayetlerin 3. Şehirle ilgili olabileceğinden şüpheleniliyor ve bu şekilde
olayın gizemi artıyor.
Kitaptaki iki şehir bana Ursula Le Guin’in muhteşem eseri Mülksüzlerin
Annares ve Urras'ını hatırlattı. Beszel ve Ul Qoma arasındaki farklar Annares ve
Uras arasındaki kadar büyük olmasa da Mülksüzler’de de aynı karakterin gözünden
iki dünyayı tanıyorduk..
Kitapta, Harry Potter ve Power Rangers’dan Starbucks’a,
iPad’den, cep telefonundan Laptop’a kadar çağımıza ait her tür öğe mevcut. Bizimle
aynı çağda, aynı teknoloji ile ama bizden bambaşka bir düzende yaşayan
insanların öyküsünü okuyoruz ve bu durum, kitabı çok etkileyici kılan
faktörlerden biri bana göre.
Ayrıca kitabın birçok bölümünde Türkiye’ye atıfta
bulunuluyor. Kahramanımız Amerikan kahvelerine Türk kahvesini tercih
ediyor. Ayrıca kitabın içerisinde 2
yerde Atatürk’ten bahsediliyor. Ul Qoma’da resmi dairelerde, Ul Qoma’nın
iktidar partisinin başkanıyla birlikte Tito ve Atatürk’ün resimlerinin
asıldığını okuyoruz. İllitancayı konuşurken aksanından Türk olduğu anlaşılan
bir kişiyle karşılaşıyoruz, eğer kaçmayı planlarlarsa gidilecek şehirlerden
biri İstanbul oluyor vs..
Kitabı okurken bu iki şehrin ilişkisi önce bana çok farklı geldi, yazarın hayal gücüne hayranlık duydum. Sonra Berlin Duvarından etkilenmiş olabileceği geldi
aklıma. Fakat Berlin Duvarı fiziksel bir engeldi ve böyle bir engelle
kuralların işlemesini sağlamak, insanların diğer tarafa geçişini engellemek çok
daha kolaydı, yine de aşılamaz değildi. (Bknz. aşağıdaki fotoğraf :) ) Zihinsel engeller oluşturmak ise bambaşka bir şeydi..
Sonrasında, benim 2 yıl önce iş yerimde yaşadıklarımla, daha
sonra da aynı şekilde ülke çapında yaşananlarla bağdaştırdım, insanların nasıl
gruplara ayrıldığını, birbirlerini, birbirlerinin değerlerini, fikirlerini
nasıl görmezden geldiğini düşündüm. Aslında bu iki şehir bir kurgu, bir
distopya değildi artık gözümde. Bizzat kendi ülkemde yaşadığım, aslında tüm
dünyada var olan, “ihlal” gibi yazılı, sabit kuralları olmasa da, insanların içine
yerleşmiş olan kurallarla, kendinden olmayanı dışlayan, görmezden gelen, hiçe sayan bir düzenin içinde yaşamıyor muyduk zaten?
İyi okumalar...
Etiketler: bilim kurgu roman, distopya