İlk defa Türk işi bir bilim kurgu okudum. Ahmet Saatçioğlu
tarafından yazılan Paralel Dünyalar..
İlk baskısı 2003 yılında yapılmış, 2 baskı yapmış ama devamı
gelmemiş. Mayıs 2013’te 3. Baskısı yayınlandı. Kapak tasarımı, adı, arka kapak
yazıları ve Türk yazar tarafından yazılmış olması ile beni kendine çekti. Bir
dakika bile düşünmeden aldım hemen.
İtiraf etmeliyim ki
birinci ve ikinci baskılarından hiç haberdar olmamıştım. Zaten 2003 yılında,
bir Türk yazardan bilim kurgu okumaya karşı önyargılı olduğum için duysaydım da
okumazdım heralde. Yaşlandıkça önyargılarım da azalmaya devam ediyor neyse ki. J
Kitabı Bağdat Caddesindeki D&R’dan aldım. Kitabın içinde
olduğu poşeti sallayarak çok da yakında olmayan evime yürüyerek gitmeye
başladım. Sonra yoruldum ve bir banka oturdum. Aslında 2-3 saat 2 kız arkadaşımla
oturup birşeyler içmekten ve mekandaki en kalorili salatayı yemekten başka
birşey yapmamıştım. (Yürümeye de bu yüzden karar verdim zaten J )
Yorulmak bahaneydi aklım kitaptaydı.. Acaba nasıldı? Konu
nasıldı, anlatımı nasıldı? İlk defa Türk bir yazardan bilim kurgu romanı
okuyacaktım. Kötü çıkarsa bir daha cesaret edemezdim. Kendimi tanıyorum, hevesimi
kırmamak lazım benim J
Bilim kurgu dışındaki alanlarda çok sevdiğim ve bütün eserlerini okumaya
çalıştığım birçok Türk yazar var. Zaman zaman kahve çeker gibi canım Ayfer Tunç
okumak ister mesela. İhsan Oktay Anar’a daha çok yazmadığı için çok kızarım. Ama
işte, Bilim Kurgu biraz daha farklı bir noktada duruyor.
Bankta oturduğum kısa süre içinde 20-25 sayfa okudum. Bir
detayı vermek lazım : Sürekli yaptığım geri dönüşlerle, kafamı kitaptan
kaldırıp aptal gibi göründüğüm ve etrafımdakileri güldüren uzaklara dalmış
bakışlarımla ve cümle cümle değil de kelime kelime okumamla, dünyadaki en yavaş
okurum.. J
Sonra hava karardı kalktım. Eve hala çok uzaktım. Yarı
koşarak yarı hızlı adımlarla evime vardım. (Hayır çok kalorili yedim, bir araca
binmem mümkün değildi, iyi ki de yürüdüm zaten J)
Bu gazla bile 164 sayfadan ibaret incecik kitabı o Pazar günü bitiremedim.
Yavaşım dedim ya..
Kitabın konusunu paralel dünyalarla pek pek bağdaştıramadım.
2013-2038 yılları arasında geçiyor konusu, yeni enerji kaynakları, 8 yıl
kaymayla gerçekleşen Maya kehaneti, ölümsüzlük hapı,süper güç haline gelmiş
olan Türkiye gibi detayları göz önüne
alırsak bizim yaşadığımız dünyaya paralel bir gerçeklik olarak düşünebiliriz.
Ama ben okumadan önce Fringe gibi bir konu hayal etmiştim. J
Belki ilgisi yoktur ama, depremlerle ilgilenen iki bilim
adamı bana Arthur C. Clarke’ın Richter 10’unu çağrıştırdı. Richter 10’daki Dr.
Crane depremlere savaş açmıştı ve
insanları sonsuza kadar depremlerden kurtarmak için bilimsel araştırmalar
yapıyordu. Paralel Dünyalarda ise deprem enerjisini depolayarak hem doğal
enerji kaynağı olarak kullanmayı bu sayede depremlerin şiddetini düşürmeyi hem
de bu vesileyle doğal enerji kaynakları tükenen dünyaya kazandırılan bu
yenilikle Türkiye’yi bir süper güç haline getirmeyi planlayan yakın arkadaş olan
iki bilim adamı söz konusuydu. İkisinde de arkadaşlardan biri politik konularla
ilgilenirken diğeri bilim alanında kalmayı tercih ediyordu.
Yine Arthur C.
Clarke’ın başka bir romanı olan Şehir ve Yıldızlar’daki, güneşin yerini yapay
bir enerji kaynağının aldığı, dış dünyadan ve doğal hayattan tamamen kopmuş
şehire benzettim kıyamet sonrası kurulan küre şehirleri. Bana yazar, Arthur Clarke’tan biraz etkilenmiş
gibi geldi.
Yazımın başlığını, kitabın içerisinde geçen ve ölümsüzlük
hapı ile ilgili yazılmış bir bölümden aldım. Bana çok etkileyici geldi. Okumak
isteyenler olursa diye bu konuda çok detay vermek istemiyorum.
Kitap distopya ile ütopya arasında gidip geliyor, tam karar
veremedim aslında. Ülkemin süper güç olduğu bir geleceğe distopya demek
istemesem de sonuçta gerçekleşen bir Maya kehaneti ve yok olan bir doğa var
ortada. Bir yandan da hepsiyle mücadele edebilecek seviyede bir teknoloji ve
her şeye rağmen yeni düzene alışan ve yaşamaya devam eden insanlar. Atmosfer
çok da karamsar olmadığı için de ikisinin arasında kaldım. Ama ne tam olarak
biri ne de diğeri benim kanaatimce.
Kitapta dahice olarak gösterilen bazı çözüm ve fikirleri çok
da dahice veya yaratıcı bulmadığım oldu yer yer. “Bunu en başta düşünemediyse,
bırak dahiliği çok aklı başında bile sayılmayabilir bu karakter” de dedim zaman
zaman. Kitapta sunulan bazı keşifler ve geleceğe ait öğeler bilimsel altyapı
olarak çok da sağlam değildi. Ama yine de konunun akışı, hikayesi, geçtiği ortam, karakterler oldukça güzel ve etkileyici.
Anlatım olarak çok akıcı ve yalın bir dil kullanılmış. Severek
okudum hem de kendime göre iyi bir hızda.
- Eğer kitabı okumayı planlıyorsanız bu kısmı kitabı bitirdikten sonra okumanızı öneririm -
Kitabın her bölümü, tarih, yer yer saat, şehir ülke
belirtilerek başlıyor. Yıl 2038, Kasım ayı, saat 9:05’te Dolmabahçe Sarayı’nda geçen
son bölüm, ters köşeye yatıran bir bölüm
olmuş. Siren sesleri ile başlayan bölümde Türkiye’nin dünya savaşına girdiğini
ve bütün ülkelere karşı savaştığını öğreniyoruz. “Madem öyle, haydi gidelim
çocuk” cümlesiyle biterken ise mutlu son vadediyor.
23 Mayıs sabah saat 1:07’de son cümleyi okuduktan sonra uzun
bir süre uyuyamadım...
İyi okumalar...
Etiketler: bilim kurgu roman, Türk bilim kurgu yazarı